Ozan Karakoç – Süper Lig Özel
343
wp-singular,post-template-default,single,single-post,postid-343,single-format-standard,wp-theme-bridge,bridge-core-3.1.3,qode-page-transition-enabled,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,qode_grid_1300,side_area_uncovered_from_content,qode-content-sidebar-responsive,qode-theme-ver-30.2,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,disabled_footer_bottom,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-7.3,vc_responsive,elementor-default,elementor-kit-371

Ozan Karakoç – Süper Lig Özel

Süper Lig’in yeni kurumsal kimliği hakkında pek çok haklı eleştiri gördük. X’de viral olan paylaşımın ile de logo çalışmasının “asimetrik” oluşunu tasarım alanında profesyonel olmayan gözlere iyi bir biçimde gösterdin. Bu yeni kurumsal kimlik hakkında derinlemesine bir inceleme yaptığında neler görüyorsun?

Hayatınızı profesyonel olarak marka tasarlayarak geçiriyorsanız, bir logo hakkında fikir beyan ederken cümlelerinizi dikkatli seçersiniz. Logoyu sadece estetik tercihler üzerinden eleştirmek, iyi ve kötü olan her şeyden tasarımcıyı sorumlu tutmak, bu yolla tasarımcının yeteneğini ya da vizyonunu sorgulamak, deneyimsiz kişilerin ya da bu meslekle ilgisi olmayanların seçeceği bir yoldur.

Logo, marka kimliğinin tek öğesi değil. Bütün marka deneyiminin, akılda kalıcı, tutarlı bir sembolü. Hiçbir marka, sadece logosuyla var olmuyor. Yarattığı bütünsel deneyimle şirket ya da kurum olmaktan çıkıp ‘markaya’ dönüşüyor.

Süper Lig, yıllardır marka olamamanın sancısını çekiyor. Ülkemizdeki çok sayıda başka kurum ve etkinlik gibi… Süper Lig dendiğinde aklımıza güçlü bir sembol, bir renk, bir slogan ya da bir değer gelmiyor. Tuttuğumuz takımın içinde bulunduğu bir futbol turnuvasından başka hiçbir ayırt edici özelliği yok.

Önce bu sorunların çözülmesi, Süper Lig için bir ‘marka hikayesi’ yaratılması gerekiyordu. Oysa görünüşe göre, önce logo tasarlanmış, sonra ona suni ve zorlama bir anlam atfedilmiş, ardından logonun görsel diliyle hiçbir ilgisi olmayan bir kupa oluşturulmuş, bir de ‘Futbol Aşkına’ şeklinde bir slogan belirlenmiş.

Federasyondan yapılan resmi açıklamaya göre; yeni logonun üst kısmı, ‘bir futbolcunun kollarını açarak sevincini tribündeki taraftarla paylaşmasını’, alt kısmı ise ‘futbola kalpten bağlı milyonları’ temsil ediyormuş. Bu, ne yazık ki çok amatörce yapılmış bir açıklama. Kimlik yenileme çalışmasına gösterilen (ya da gösterilmeyen) özeni net bir şekilde ortaya koyuyor. Türkiye’ye, Türk futboluna, Süper Lig tarihine hiçbir şekilde gönderme yapmayan, hikayesi ve arkaplanı olmayan bir iş söz konusu.

Kupa tasarımına baktığımızda, orada da yine hiçbir hikayenin olmadığını, kupayı, herhangi sıradan bir kupadan farklı kılacak bir özelliğinin bulunmadığını görüyoruz. Görkemli değil, özgün değil, bizim kültürümüze ya da alışkanlıklarımıza ait herhangi bir iz taşımıyor. Logoyla da hiçbir şekilde ilgisi ve bağlantısı yok. Herhangi bir halı saha turnuvasında verilse kimsenin şaşırıp sorgulamayacağı türde bir kupa. Daha önceki kupanın özgün bir yapısı vardı. Estetik tercihler her zaman eleştirilebilir, ‘ben olsaydım öyle tasarlamazdım’ denilebilir. Ama bir tasarım özgünse ve bir hikayesi varsa, ona saygı duymak gerekir. Bu kimliğin hiçbir noktasında böyle bir özellik yok.

Viral olan paylaşımda böyle detaylı bir analiz yapma ihtiyacı hissetmedim. Çünkü bu, hatalı bir logo. Tasarımcı gözü, önce otomatik olarak onu görüyor. Ortada herhangi bir ciddi hata varsa, önce onu tespit ediyor ve o noktada başka eleştirilecek bir şey kalmıyor. Logonun, amatör bir elden çıktığını anladığınız anda, derinlemesine yorum yapmaya ihtiyaç duymuyorsunuz. Ben de bu yüzden basitçe teknik hatalara vurgu yaptım.

Gelen yorumların tamamına yakını benimle aynı fikirdeydi. Beğenen kimseye rastlamadım. Ama çok az sayıda, benim yazdıklarımı sorgulayan kişilerle karşılaştım. Kimisi, ‘logo simetrik olmak zorunda değil, Google ile Starbucks’ın logosu da simetrik değil’ gibi yorumlar yaptı. Bunu söyleyen birinin tasarımcı olmadığını anlamak zor değil. Google logosunda daha iyi bir optik algı için yapılan ufak tefek dokunuşlar dışında herhangi bir anomali yok. O dokunuşlar, profesyonelce tasarlanmış her yazı tipinde zaten bulunuyor. ‘O’ harfinin kusursuz yuvarlak olduğu bir yazı tipini çok zor bulursunuz. Starbucks logosunda ise bir insan yüzü var. Bir yerden ışık alıyor, diğer tarafa burnun gölgesi düşüyor. Bu da asimetri olsun, ya da simetriye karşı bir duruş sergilensin diye yapılmış bir düzenleme değil elbette.

Bu vesileyle; herkese, uzmanı olmadıkları konularda yorum beyan ederken daha az özgüvenli olmalarını, bir sorgulama yapacaklarsa bunu sadece ‘öğrenme amacıyla’ yapmalarını nazikçe tavsiye etmiş olalım.


Son yıllarda LaLiga da yeni bir kurumsal kimlik değişikliğine gitti.
Süper Lig ile kıyaslarsak ne gibi farkları açıkça görüyorsun?

La Liga, 1993’ten 2024’e kadar geçen 31 yılda, var olan logosunu büyük ölçüde korudu. Amblemde çok küçük bir değişikliğe gidildi, sponsorların değişmesiyle yandaki yazılarda bazı farklılıklar oluştu, onun dışında kimlik hep aynıydı.

Özellikle son yıllarda, logonun demode olduğu net bir biçimde görünüyordu. Kabul edilemeyecek kadar kötü ya da teknik olarak hatalı olmamakla birlikte, çağı yakaladığını söylemek de mümkün değildi.

Bu duruma bir son vermek ve dünyanın en değerli liglerinden biri olan organizasyonlarını yeni çağa adapte etmek için harekete geçtiler ve Madrid’de faaliyet gösteren butik bir ajans olan Gravita ile anlaştılar. Gravita, dünyanın en ünlü markalarına işler yapan, uluslararası tanınırlığı ya da dev ortaklıkları olan bir stüdyo değil. Ama işlerine baktığımızda ne denli profesyonel olduklarını, işlerini nasıl sağlam temellere oturttuklarını görebiliyoruz. İyi bir markalaşma, iyi bir marka tasarımı, çılgınca bütçeler ya da isimli ajanslar gerektirmiyor.

Yeni kimlik, LaLiga ismini LALIGA’ya dönüştürdü. Logoda, ligin ismini oluşturan sözcüklerin ilk harfleri olan iki ‘L’ kullanıldı. Ortaya güçlü, akılda kalıcı ve her ortama adapte edilebilecek bir sembol çıktı. (‘Y’ harfine olan benzerliği beni başından beri biraz düşündürüyor ama bu teknik bir hatanın tespiti değil, yalnızca kişisel bir yorum). Eski logoda kullanılan renklerden vazgeçilip tek bir marka rengi seçildi. Logosunda bir ya da iki renk bulunan markalar, daha fazla renk bulunanlara oranla çok daha kolay hatırlanıp benimseniyorlar. Tabi tek renk, iki renkten de daha başarılı oluyor. LALIGA kimliğinde bu da dikkate alınmış gibi görünüyor.

Bir markayı tasarlarken, onu farklı ve kolayca hatırlanabilir kılmak ve rakiplerinden ayrıştırmak için atabileceğiniz en değerli adımlardan biri, özgün bir yazı tipi üretmek. LALIGA bunu da yapmış. Logonun görsel dilini destekleyen, çok karakterli ve esnek bir yazı tipi oluşturmuş. Farklı kalınlıklarda ve genişliklerde kullanılabilen, kendini kolayca hatırlatan, markanın kimliğine de doğrudan katkı sağlayan bir çalışma. Forma arkalarından kupalarına, yayın grafiklerinden basın toplantısı fonuna, mobil uygulamalarından sosyal medya paylaşımlarına kadar her yerde bu yazı tipini kullanıyorlar.

Süper Lig kimliğinde; birçok teknik hata, şimdiden demode olmuş bir görsel yapı, amatörce oluşturulmuş bir tipografi ve sıradan ve başarısız ek uygulamalardan başka bir şey yok. Ne yazık ki mantıklı bir kıyaslama yapabilmek bile mümkün değil.


Süper Lig yönetimi, font konusunda tercihini Jonny Pinhorn tarafından tasarlanan “Poppins” ailesinden yana kullanmış. Bu tercihi nasıl buldun?

Poppins, bir dönem çok popüler olmuş, ardından herkes tarafından her yerde kullanıldığı için yorulmaya başlamış, sosyal medyanın acımasız yapısı gereği de hak etmediği halde bazı kesimler tarafından linç edilmiş bir yazı tipi. Oysa son derece dengeli, profesyonelce tasarlanmış, harf aralıkları kusursuza yakın, zamansız bir yazı tipi. Doğru kullanıldığında iyi sonuçlar almak her zaman mümkün.

Fakat tabi burada, Poppins tercihinden çok, neden Süper Lig’e ait bir yazı tipinin tasarlanmadığını sorgulamalıyız. Biliyorsunuz, Süper Lig’de hala bir Arial yazı tipi kuralı var. Takımlar, forma arkalarına numara ve isim yazarken, Arial dışında bir yazı tipi kullanamıyorlar. Arial gibi, yıllardır sistem yazı tipi olarak kullanılan, hiçbir profesyonel tasarımcının tercih etmediği, çok daha iyi muadillerinin olduğu bir tipi kural haline getirerek Süper Lig’in (olmayan) görsel kimliğinin bir parçasına dönüştürmek, aklın alamayacağı kadar tuhaf bir fikir ve iş bilmezliğin çok net bir göstergesi.

Bu durumun üzerine tuz biber eken bir detay daha var. Arial kuralına kendince direniş gösteren tek takım olan Fenerbahçe, Arial’in Bold Rounded yani kalın ve yuvarlak hatlı versiyonunu kullanarak fark yaratmaya çalışıyor. Arial kuralını ‘tutarlılık’ oluşsun diye ortaya atan federasyon, standart Arial görünümünden oldukça uzakta olan bu alternatife göz yumuyor. Çünkü büyük olasılıkla durumun farkında bile değil.


Aslında Türkiye’de oldukça yetenekli, vizyoner tasarımcılar ve stüdyolar mevcut. Ülkedeki büyük organizasyonların bu tasarım yaklaşımının asıl sorunu üst yöneticiler olabilir mi?

Bu iki tespit de bütünüyle doğru elbette.

Türkiye’de, yerleşmiş bir marka ve tasarım kültürü yok. Dünya çapında ses getiren markalarımızın olmayışını da bir ölçüde buna bağlayabiliriz. Biz, dünyayla yarışacak bir ürün ya da hizmet üretemeyecek kadar aciz bir ülke miyiz? Elbette hayır. Her işin en iyisini yapabilecek insanlarımız var. Ama kültürel altyapı izin vermeyince, bir noktada tıkanmak kaçınılmaz oluyor.

Siz, tespiti yapıyorsunuz, çözümü sunuyorsunuz, karşı taraf, akıl almaz gerekçelerle önünüze engel koyuyor. Bir şekilde o engeli aşanlar, ‘bak şu yabancı şirketin yaptığı çok iyi, biz de aynısını yapalım, rengini değiştirelim’ gibi öğütlerle karşılaşıyor. Her türlü mücadeleyi verip son aşamaya geliyorsunuz, kararı verecek olan en üst düzey yönetici, ‘mavi olmamış, benim karım mor rengi sever, mor olsun’ deyiveriyor. Ertesi gün bir arkadaşıyla konuşmuş, ‘bu sembolün üzerine bir de yıldız koysanıza, havalı olur’ demiş, gelip onu söyleyiveriyor. Ve elbette ortaya korkunç bir sonuç çıkıyor. Bunu yapan, nispeten profesyonel bir tasarımcıysa, belki de çok prestijli olan bu işi portfolyosuna bile koymaya utanıyor. Olur da bir yerlerde paylaşırsa, en hafifi ‘sen nasıl tasarımcısın’ olan bir dizi yıkıcı eleştiriyle lince uğruyor. Bu yüzden de Türkiye’de yapılmış bir logo tasarımı gördüğümde, onun hakkında bir şey yazmadan önce iki kez düşünüyorum. Tasarımcının neler yaşamış olabileceğini değerlendirip, yazdıklarımın onu incitebileceği endişesiyle çoğunlukla yazmaktan vazgeçiyorum.

Devlet kurumlarında ve devlete bağlı organizasyonlarda da müthiş bir vizyonsuzluk dikkat çekiyor.

Bir önceki federasyon başkanı, tavrıyla, konuşmalarıyla, yaptırımlarıyla o koltuğa yakışmadığını göstermişti. Yeni başkan ise ilkokul mezunu. Türkiye’de kano, sutopu, karate, boks, güreş federasyonlarına başkan adayı olmak isterseniz en az lise mezunu olmanız gerekiyor. Türkiye Futbol Federasyonu’nun mevzuatında ise böyle bir zorunluluk yok. Çok tuhaf değil mi?

Tabi sorun sadece Türkiye Futbol Federasyonu değil. Devlet kurumlarının çok büyük çoğunluğunda üst düzey yöneticilerin, neyi neden yaptıkları konusunda çok az fikirleri var. Hele bir de konu, sanat, tasarım ya da markalaşma olduğunda, kocaman birer soru işaretine dönüşüyorlar. Markalaşma neden önemlidir, tasarım nedir, kim yapar, iyisi kötüsü nasıl anlaşılır, asla akılları ermiyor. Bu, çok da tuhaf bir durum değil. Bu konulara hakim olmalarını elbette beklemiyoruz, ama hakim olmadığınız bir konuda adım atmanız gerekiyorsa, işin uzmanlarıyla çalışırsınız. Uzmanın kim olduğunu bilmiyorsanız, bilen birileriyle işbirliği yaparsınız.

Tecrübeli, kendini kanıtlamış bir pazarlama müdürünü ya da marka stratejistini işe alabilirsiniz, Türkiye’de markalaşma ve tasarım konusunda deneyim sahibi insanları ve stüdyoları araştırır ya da araştırtırsınız, ülkenin bu konuda faaliyet gösteren tek meslek örgütü olan GMK’ya danışırsınız, hiçbir şey yapamıyorsanız ülke çapında bir yarışma düzenleyip, jürisine önde gelen tasarım okullarının öğretim görevlilerini davet edersiniz.

Vizyonsuzluk, bunları bile düşünemeyeceğiniz bir seviyedeyse, ortaya çıkan şey, kocaman ve kahreden bir çaresizlik oluyor.


Türkiye’de ki tasarıma bakışın değişmesi mümkün mü?

Aslında her şeyin değişmesi mümkün.

Siyasetten bahsetmek istemem ama, Türkiye’de herhangi bir konuyu siyasetten bağımsız değerlendirmek çok zor.

Ekrem İmamoğlu, belediye başkanı olduğundan bu yana İstanbul’da ciddi bir vizyon devrimi yapıyor. Raylı sistem, üst geçit inşaatı, ruhsatsız yerlerin yıkılması gibi konular, her belediyenin görevi. İmamoğlu, ekibiyle birlikte bunların yanında çok başka projeler üretiyor. İBB Miras adında bir girişimle, şehrin atıl haldeki yerlerini restore ettiriyor, sanat merkezlerine, konser alanlarına dönüştürüyor. Tarihi bir alanı, çok hoş dükkanların olduğu bir çalışma merkezine çevirip, tasarımcılara, illüstratörlere tesis ediyor. Duraklara kütüphaneler koyuyor. Otobüse binip kitabınızı okuyorsunuz, bitirince herhangi bir duraktaki kütüphaneye bırakıyorsunuz. Bir kültür merkezi açıyor, harika bir mimarisi var. İçine giriyorsunuz, odaların isim ve numaraları o kadar güzel bir tipografiyle yazılmış ki, fotoğrafını çekesiniz geliyor.

Çünkü işin uzmanlarıyla çalışıyor. ‘Her şeyi ben bilirim, burayı karımın zevkine göre yaptırayım, şuraya da çocuğumun adını vereyim’ gibi ilkel düşüncelerle şehrin zamanını ve değerlerini çalmıyor.

Böyle bir vizyon, şehirleri de, ülkeyi de bambaşka noktalara taşıyabilir.

Atatürk’ün 15 yılda yaptıkları akıl alır gibi değil.

Değişimler, dönüşümler, vizyon sahibi üst düzey yöneticilerle aslında zor değil. İyilik, görgü, kalite, bulaşıcı kavramlar. Sürekli iyiyi görürseniz, siz de daha iyi olmaya başlıyorsunuz. Sürekli kavga görürseniz, siz de asabileşiyorsunuz. Türkiye’nin sorunu, Türkiye’yi gerçekten seven insanlar tarafından yönetilmiyor (ve yönetilmemiş) olması… Zor olan da o kişileri bulmak ve onlara omuz vermek.

Öte yandan ‘tasarıma bakışın değişmesi’, elbette kütüphane açarak, ya da tasarımcılara çalışma alanı oluşturarak bir anda olabilecek bir şey değil. Tasarım ve marka kültürü olmayan bir ülkeye bunları aşılamak, yıllar içinde ulaşılabilecek bir hedef. Ama o yola girilirse, devamını tek başına yöneticiler getirmeyecektir. Her tasarımcı, her marka uzmanı, her reklamcı, her şeylerini vererek bu akıma katılacak, en ufak bir fayda sağlamak için gecesini gündüzüne katacak, bunu bir seferberliğe dönüştürecektir. Bizi farklı kılan özelliklerden biri de bu. Biri bizi motive eder, kapıyı hafifçe aralarsa, biz o kapıyı kırıp eşi benzeri olmayan bir enerjiyle içeri gireriz.

Umarım o kıvılcımı yakın zamanda görür, kaybettiğimiz değerleri hızla geri kazanır ve nihayet yüksek potansiyelimize yakışır bir yükseliş sürecine girebiliriz.